Biz kimiz?

‘Biz’ idraki zayıfladı.

‘Ben’ kavgası yaygın bir eğilime dönüştü.

Öyle ki müşterek değerler lafügüzaf sayılır oldu.

Toplum için topluma rağmen mücadele etmek ise donkişotluk!

Tumturaklı bir benlik ateşi yanıyor hem müşkülpesent hem de düşkün!

Bireysel acizliğini yadsırken herkesi ve her şeyi yerme vasatlığına körü körüne sadık!

Ait olduğuna yabancılaşmış, başkalarına benzemeyi ve başkalarınca kabul görmeyi kutsamış!

Bu nedenle tüm bu olan bitenleri anlamaktan yana da mazur saymak gerek.

Kavrayamaması, hayal edememesi, sinikliği ve ezikliği olağan.

Onun kendini bilmezliğine tahammül ederken ‘bizliğimize’ saldırganlığına da katlanmak zorundayız!

Ve her dönemde iyi ya da kötü hangi koşulda olursa olsun ‘biz kimiz’ sorusuna cevap üretmeliyiz.

Elbette tefekkür içinde olan herkesin ‘biz kimiz’ arayışına kendince bir yanıtı vardır. Ki benim de var…

Ama bu kez size 7 Nisan 1969 tarihli ‘Devlet’ dergisinin ilk sayısından bir alıntıyla ‘biz kimiz’ arayışınıza ışık tutmak istiyorum:

“Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş ve hakimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz.Bu imparatorlukların sonuncusu, varisi olduğumuz Osmanlı Devleti’dir.Osmanlı Devleti Söğüt’te kurulduğu 1299 yıllarında 40 atlıya sahip bir uç beyliği iken, 1326’da Bursa’nın fethi sırasında Orhan Bey 38.000 süvariye kumanda ediyordu. Bu asker artışı, nereden geliyordu? Fethedilen topraklardan toplanamazdı. Zira bu yerin ahalisi Türk değildi. 400 gadirlik bir aşiret, 27 senede bu kadar çoğalamazdı. Selçuk Sultanlığı, asker yardımı yapacak halde değildi. O halde artış nereden geliyordu? Öyle anlaşılıyor ki, Bizans ucundaki bu beylik bütün Türk aleminin ülküsünü temsil ediyor. Türklük aleminin, fetret devrinde bile asla vazgeçmediği, İstanbul fethinin ve dünya hakimiyetinin mümessili sayılıyordu. Millî şuur ve ülkü Horasan’dan İzmir’e kadar her yerdeki Türk’ü Ertuğrul sancağına çekiyor, şeyhler, müftüler, müderrisler eli kılıç kabzasına yakışan her yiğidi, gönlü fazilet aşkı ile dolu her mümini, kafası salim düşünceye açılmış her talebeyi Söğüt Beyliği’ne sevk ediyordu. Küçük beylik az zamanda Türk aleminin otağı haline geldi…”

Büyük fikir adamı Dündar Taşer, ‘Biz kimiz’ adlı yazısında işte böyle bir tarifleme yapıyordu…

Yani Milli Şuur ve Milli Ülkü, bizi bir arada tutuyor ve bizi biz yapıyor.

Şimdilerde bu kavramlar, yer yer ‘Anadolu İrfanı’ yer yer de ‘Devlet Aklı’ ile ikame ediliyor.

Özellikle ‘devlet aklı’ kavramı tartışılıyor.

T24’ten Cansu Çamlıbel, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum ile yaptığı röportajda şöyle soruyor: ‘Devlet aklı’ ne demek? Neden ‘devlet aklı’ vasfı MHP liderine atfediliyor?

Uçum’un bu soruya verdiği yanıt orada durmaktadır. Soru bir hazımsızlığı ortaya koysa da cevap yine en doğru yerden geliyor.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Lideri Devlet Bahçeli, dünkü grup toplantısında ‘devlet aklı’na dair şunları söyledi:

II.Abdülhamid devrinde valilik, Şuray-ı Devlet azalığı ve üst düzey askeri görevler deruhte eden Nusret Paşa, hazırladığı ve bizzat Padişaha sunduğu 13 sayfalık bir layihasında bugünlere ışık tutan değerlendirme ve önerilerde bulunmuştur.

Devletin beka ve büyüklüğünün, siyasetin devamlılık ve düzen içerisinde olmasına bağlı olduğunu belirterek;Siyaset yokluğunun hakikatin yok olmasına, hakikat yokluğunun adaletin ortadan kalkmasına, adalet yokluğunun ise halkı ve memleketi harap ve perişan edeceğine tereddütsüz biçimde temas etmiştir.

Yani devletin adı ve unvanı değişse de Türk milletinin asırlarca takip ettiği siyaset usulü değişmemiştir.

Türk devlet aklı dediğimiz de aynısıyla budur.

Bu aklın düzü veya derini; altı veya üstü, önü veya arkası diye bir şey hiç olmamıştır.

Var diyenler iddialarını ispat edecek inandırıcı muhtevaya sahip değillerdir.

Osmanlı İmparatorluğu’nu Fetret çukurundan kurtaran, felaketlerden koruyan, hatta Milli Mücadele’nin ana dinamiği ve direği olan işte bu asırlara sari Türk devlet aklıdır.

Bu aklın taşıyıcı bedeni büyük Türk milletidir.

Tarihimizin muhtelif dönemlerinde yaşandığı üzere, geçici geri adımların, yenilgi gibi addedilen acıklı çekilişlerin, ileriye doğru dev adımlara kulvar ve kundak olduğunu çok iyi biliyoruz.

Hezimet gerilemek değil, vazgeçmektir.

Hüsran kaybetmek değil, inanç ve irade mahrumiyeti çekmektir.

Mustafa Kemal Paşa’yı İstanbul’dan Samsun’a taşıyan, kurtuluş mücadelesini başlatan bir kişinin, bir grubun, seçkin bir zevatın doğaçlama tercihi değil, Türk devlet aklının zamanlar üstü operasyonel yeteneğidir.

Bu yetenek kimi zaman toprak altında kalsa da ihtiyaç olan anlarda tomurcuklanıp filiz filiz boy vermiş ve çiçek açmıştır.

Ağyarını mâni efradını cami şekilde ifade edersek, mesela Erzurum ve Sivas Kongrelerinin hamuru Plevne önlerinde mayalanmış, Çanakkale tabyalarında yoğrulmuştur.

Büyük Taarruz ruhu Malazgirt’te doğmuştur.

Bu nedenle Türk devleti kumdan temelleri atılan, siparişle inşa edilen, kâğıttan çatısı örülen, kartondan kirişleri yapılan, onun bunun müsaadesiyle ayakta duran, yeni yetme ve derme çatma bir devlet değildir.

Tehlikeleri sezecek basiret, belaları def edecek dirayet, vatanın iffetini ve milletin istiklalini hem muhafaza hem de müdafaa edecek kudret ve vukufiyet nesilden nesle veraset yoluyla değil, Türk kültürü, Türk düşüncesi ve Türk aklının müktesebatıyla intikal etmiştir.

Yüzümüzü güneşe dönersek bütün gölgelerin arkamızda kaldığını görürüz.

Ne kadar geriye bakarsak o kadar uzağı avuçlarımızın içine alabiliriz.

Dönem dönemkaht-ı rical kıtlığı, yani devlet adamı sorunu nüksetmiş olsa da bunun üstesinden Türk devlet aklının soylu vasfıyla gelinmiş; açıklar kapatılmış, eksiklikler tamamlanmış, yığınakta yapılan hataların bilahare mücadele hatlarını delik deşik etmesi engellenmiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi, Türk milli ahlakının ve Türk devlet aklının milli iradeyle mücessem hale gelmiş, hamule-i irfanla hemhal olmuş 55 yıllık demokratik timsalidir.

Bu marifetimizle, bu mazimizle; Cumhur İttifakı’nın başarısına, Türkiye’nin dev misali ayağa kalkışına, bununla mündemiç yeni yüzyılın seferberlik azmine adanmış yüreğimizle omuz veriyor olmaktan iftihar ettiğimiz açıktır.

Bilhassa vurgulamak mecburiyetindeyim ki, iç ve dış gelişmeler karşısında sivrilen ve serpilen kuşkularımız asla kuruntu değildir.

Gözümüze çarpan tehlike sinyalleri yanlış anlamanın veya yanılgıya düşmenin pürüzlü neticesi değildir.

Ağzımızdan çıkan her sözün bir dayanağı vardır.

Çağrılarımızın mühim, müstacel ve mübrem arka planı bulunmaktadır.

Her şeyden önce Türkiye diyorsak, sisin ardında, dağın diğer yamacında mürettep halde bulunan hain ve zalim senaryoları görmek, okumak ister çığ deyin ister sel, üzerimize gelen tehlikeli akışın önünü kesmek bir ecdat yadigarı olan kümülatif ve kükreyen aklın gereğidir.

Bu akıl, asıl amacımızın ne olduğunu, ona nasıl ulaşacağımızı, çıkan engellerin hangi yollardan aşılacağını gösteren fikir ve fıtrat cevheridir.

İbn-i Haldun, her aklın, gücünün yetmediği ve idrak edemediği şeyleri inkâr edeceğini söylese de bizim aklımız her şeye yetmiş, zorlu dönemlerde hızır gibi yetişmiştir.

Bilmek yetmez, elbette uygulamak gerekir.

İstemek yetmez, elbette yapmak gerekir.

Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı, Türkiye’nin istikbal umutlarını boşa çıkarmama hususunda ilke, inanç ve irade birliği içindedir.

Evin içini güvenceye kavuşturamazsak, sadece cümle kapımızdan değil, bahçe duvarlarımızdan tehlikeli ve tehdit algısı yüksek sızmaların olması mukadderdir.

Buna karşılık “aman sende” diyecek halimiz olamaz.

“Bana dokunmuyorsa yılan, bin yıl yaşasın” ezberiyle avunamayız.

“Her koyun kendi bacağından asılır” diyecek kadar düşkün ve düşük olmaya hiç niyetimiz yoktur.

Konu Türkiye’yse, konu devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüyse vakit tamamdır, söz konusu vatandır.

***

Bilge Lider Sayın Devlet Bahçeli’nin doğrudan millete atfettiği ‘devlet aklı’ vasfı, bizi biz yapandır.

Tıpkı Taşer’in ‘Milli Şuur ve Milli Ülküsü’ gibi…

Devlet Ebed Müddet.

Saygıyla…