SOSYAL SAVRULMA!

Kentte köyde…

Evde sokakta…

Fabrikada tarlada…

Ez cümle ‘her’ diyerek sıralayabileceğimiz onlarca başlıkta toplum olarak yüzlerce farklı sorunumuz var…

Neredeyse her soruna vatandaş olarak bizler, kaynaklık ediyoruz. Elbette ki sistemin kaynaklık ettiği sorunlar da var…

Fakat, sorunların çözümünde vatandaş olarak biz, genellikle ne yapıyoruz?

Havale ve ihale!

Her birimiz öğrenmeliyiz ki sorunlarımızı; bir kurum, kuruluş veya kişiye havale ya da ihale ederek çözemeyiz.

Önce kendimizi ele almalı; düzene ve disipline sokmalıyız.

Hayatımızda yeri olmayan hiçbir eylemin sözcüsü, savunucusu olmayız! Olsak da yaptığımız çığırtkanlıktan öteye geçmez.

Önce biz, sorunlar karşısında kendimize ‘ne yapmalıyım?’ diye sormalı; mevcuttaki sorunlara çözüm üreten sağlıklı adımlar geliştirmeliyiz.

Bunlar öyle adımlar olmalı ki evrensel ilkeye dönüşmeli…

Toplumsal aydınlanmaya hizmet etmeli…

Bu adımlar; sosyal öğrenmenin argümanı olmalı, günlük hayatımızı düzene sokan kuralları ve uygulamaları şekillendirmeli…

Ancak ne yazık ki biz öyle değiliz!

“Nasılsa biri gelir düzeltir!”

“Boş ver dağınık kalsın!”

“Aman sen mi kurtaracaksın!”

Buna benzer asalak ifadeleri kullana kullana zihinleri uyuşturduk, sosyal edinimlerin neredeyse hepsini çürüttük!

Örnekler vererek basite indirgemek istemiyorum!

Her birimizin hayatında düşünüp bulabileceğimiz ve yalnızca bize değil sosyal çevreye zararlı sayılabilecek onca eylem var.

Bireysel tercihler ve pratikleri rehabilite etmeden toplumsal öğrenmeyi geliştiremeyiz.

Yüz yıllara dayanan kültürel birikimimiz, ahlak öğretilerimiz, inanç kodlarımız, toplumsal edinimlerimiz kısacası tüm beşeri hazinelerimiz, küreselleşmenin yıkıcı etkileriyle her geçen gün tahribata uğramakta ve yok olmaktadır.

Kıymetli olan eskiyi, değersiz yeni ile ikame etmeyi maharet sayıyoruz.

Bize ait eski değeri hor görürken konformist bir eğilimle yeni olana uyum sağlamak adına kendimize yabancılaşıyoruz.

Oysa her yeni, mutlak iyi değildir!

Tıpkı her değişim gibi!

Eskiyi korumak, salt manada muhafazakar körlük olarak tanımlanamaz.

Eskiyi değerli görmek; tutuculuk, ilkellik, çağ dışılık veya bağnazlık sayılamaz.

Yerkürenin devinimi ve zamanın yok ediciliği karşısında toplumları var eden ve sürekli kılınan en temel unsur gelenekleridir.

Geleneksel birikimini aşağılayan, başka toplumlara öykünme gayretiyle kendinden olana hakaretler savuran ve bilhassa kendini kendine öteki kılan toplumlar yok olmaya mahkumdur.

Biz Türkler, binlerce yıllık birikimimizle insanlık tarihinin en kudretli ve en yüksek karakterli milletiyiz.

Tek tek saymaya kalksak ciltlere sığmayacak özelliklerimiz var.

Fakat içinde bulunduğumuz yüzyılda maruz kaldığımız küresel fırtınalar nedeniyle kimliğimizde yaşadığımız erozyonu henüz tam anlamıyla fark etmedik, edemiyoruz.

Özellikle kültür emperyalizmi ile etkisi altına girdiğimiz bir takım aşındırıcı rüzgarlar ve sellere kapılıp kaynağımızda koparılıyoruz.

Oysa Anadolu, irfandır!

Anadolu, ferasettir!

Anadolu, iradedir!

Anadolu, yüce bir karakterdir!

Anadolu’nun bu kimlik kodları, bin yıllara dayanır. Bu coğrafyanın bize öğrettiği ilk ders bağımsızlıktır.

Dünyanın en değerli coğrafyasında ‘bağımsız’ olmadan yaşayamazsınız.

Bağımsızlık, sınırları çizilmiş toprak parçasında bayrağının dalgalanmasıyla sembolize edilse gerçek anlamda daha derin ve farklı göstergeleri vardır.

Ekonomisiyle kültürüyle siyasi aktörleriyle sivil toplum yapılarıyla bağımsız bir ülke oluşturmak bir yönüyle tüm dünyaya meydan okumaktır.

İnanın yerkürede bu meydan okumayı Türklerden başka yapabilecek bir millet yoktur.

Tarihte de yapmıştır, bugün de yapacak kudrete sahiptir.

Küresel dayatmalara direnç gösterecek tek millet, biziz.

Bunun bir takım sınamalarını yaşadık, yaşıyoruz, yaşamaya da devam edeceğiz…

Esen kalın…